28 Nisan 2016 Perşembe

BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ



 Ey uyku çekil gözlerimin önünden
Sevgilinin ay yüzü vursun
Gecelerimin zifiri karanlığına.
Med cezir etsin gönül evimi.
Ey uyku çekil gözlerimin önünden.
Ferahnaz sevgiliyi çağır başucuma
 
Sen git,
Git sen beni mehtapla baş başa bırak
Ve sonra sessizce git…
Dur, dur, dur!
Gitmeden ince bir gece ört üstüme,
Çok örtme, serin olsun gökyüzü
İçim yeterince sıcak zaten.
Ne oldu yine?
Uyumayacağımı söyledim sana kaç kere
Ben biraz sevda çekeceğim ciğerlerime
Sevgilinin zülfünde şiirlerimi demleyeceğim.
Bakma öyle manasız manasız
Gelmeyeceğim seninle
Sen git…
Ey uyku git n’olur, yalvarırım git.
Bölme hicranımı.
Uyursam asla uyanamam
Aşkın acısını bir daha, bir daha duyamam.
Ey uyku ne diyeceğim sana dinle şimdi,
Beni bırak sevgiliye git.
Git ve geri gel sabah olmadan, sabahlar olmadan…
Uykusu nasıl anlat bana,
Derin mi okyanuslar gibi?
Ya nefes alışı?
Hadi oyalanma sevgiliye git.
Kadifeden ninniler üfle gözlerine
Hiç rüya görmediğimi söyle ona.
Ve kulağına benim ne kadar gerçek olduğumu fısılda.
Çünkü bunu en iyi sen bilirsin ey uyku. 
 
Tuğba BİLGİN.
02.12.2013    Kayseri.

Kayseri’nin belki de Türkiye’nin ilk başörtülü kadın avukatı!...Kürsüden kendi yazdığı şiirini okudu. Sonra ‘söyleşi’ yapacağı masaya geçti.  

‘’Ben’’ dedi, ‘’ açık öğretim lisesinden mezun oldum. Sizler gibi örgün öğretim görmedim. Sonrasında dershaneye gittim, yol yöntem bilmesem de, gece-gündüz çok çalıştım, Hukuk fakültesinden mezun oldum. Benim hikayem sizler için küçük bir örnek olacak. Hikayemi dinledikten sonra kendinizi düşünün; sizler bakın ne kadar güzel imkanlara sahipsiniz, nezih bir ortamda eğitim görüyorsunuz. Öğretmenlerinizle sohbet edip, sorular sorabilme fırsatınız var. Sizlere faydalı olabilmek için çalışıp-çabalayan öğretmenleriniz ve tertemiz olmakla birlikte güzel bir okulunuz/eğitim yuvanız var.’’ 

Şehit Saim Çelik Çok Programlı Anadolu Lisesinin tiyatro salonunun zeminini göstererek; ‘’Sınıflarınızı, kütüphanenizi de gezdim. Çok hoşuma gitti. Size düşen iyi çalışmak, çok okumak, güzel bir hedef belirleyerek başarılı olmak için adım atmaktır. Amacınız “ne kadar para kazanırım?” değil, ülkem için, insanlık için neler yapabilirim? olmalıdır.’’ dedi.

Avukat Tuğba; yaşını göstermeyen, minyon tipli sevecen, başörtülü bir kadın… Seyirciye hakim… Kucaklayacakmış gibi kollarını açarak ‘’hayata dair’’ deneyimlerini anlatmaya devam etti,. 

‘’Liseyi bitirmeye yakın dershaneye gittim. Birçok konuda temelim yok, ancak hedeflerim büyük. Peki, nasıl başaracağım? Hele de matematiği, fiziği: başkaları okulda birebir ders yaparken... Çözemediğim soruları, anlamadığım konuları ders bitimine zor saklıyordum. Bir an önce öğrenmem gerekiyordu. Öğretmenlerimin peşinden ayrılmıyordum. Onlar da liseyi açık öğretimden okuduğumu bildikleri için ve en önemlisi de azmimi gördüklerinden bana yardımcı oluyorlardı.’’

‘’Siz de öyle yapın. Anlamadığınız konuları öğretmenlerinize sorun. Çekinmeyin, sorun. Saçma da olsa aklınızdaki sorular sorun. Elbet sizin gibi düşünen birine mantıklı gelecektir. “Öğrenmenin temeli, etkili ve güzel sorular sormaktır.”

Tuğba Avukat ‘Bilgin’ edasıyla, sevecen tavrıyla yaşadıklarını aktarmaya devam etti. ‘’Nihayet çalışmalarım sonuç verdi ve hayallerime ulaşmaya başladım. Gerçi benim hayalim, Psikoloji ya da Psikolojik Rehberlik Danışmanlık Bölümü okumaktı. Nasibime Hukuk Fakültesi çıktı. Önce fakülte kazandığım için sevinmiştim. ”Kendimce yazar-çizerim ara-sıra. Fakülte mezunu bir şair-yazar olmak da diğer bir hedefimdi.”

 Ardından titreyen bir ses tonu ile “Hukuk Fakültesi’ni kazandığımı öğrendiğimde ağlamaya başladım. Ne yapacaktım şimdi? Yalan mı söyleyecektim insanların karşısında, zalimleri, suçluları mı savunacaktım? Toplumda bize öğretilen hukuk camiası böyle idi, çünkü!... Bu mesleği nasıl yapacaktım? Bana göre değildi bu öğretilen hukuk!... Bu mesleği nasıl yapacaktım?

            Babam beni üzgün görünce sebebini sordu. Beni teselli eden şu sözler ağzından bir nehir oldu çağladı, içimi serinletti: “Sen adil birisin, başkasının hakkını da yemezsin, yalan da söylemezsin, haksızlığa hiç gelemezsin. Düşün bir kere, sen avukat olmazsan fakir insanlar nasıl haklılıklarını savunacak, suçlular nasıl deşifre olacak? Bunlar için farklı bir cephede olacaksın. Bir de hâkim olduğunu düşün. Suça ve suçlulara göz yummayacak biri olarak adil karar vereceksin. Adil ve dürüst olmaya gayret edersin. İyi ki de Hukuk Fakültesini kazanmışsın.” Ve ekledi; ‘’Hem çok konuşkansın. Kendine göre bir meslek buldun işte!... Ve gülüşmeler.

Tuğba Hanım okul yıllarının eğlenceli yanlarını, birkaç hatırasını anlatarak, öğrencileri hayallerinde biraz olsun üniversite okumaları için ışık tuttu. Daha sonra avukatlık stajı yaptığı günlerden bahsetti, okul yılları kadar eğlenceli olmayan bir dönem;

’Avukatlık stajımın beş ayını İstanbul’da yaptım.  Tesettürlü olduğum için bazı hâkimler onur kırıcı sözler söylediler. Duruşma salonlarına almadılar. O sıralarda ailevi sorunlarım da vardı. Hâkimden izin alıp, birkaç günlüğüne Kayseri’ye, ailemin yanına gelmek istedim. Ancak Hâkim Bey hiç oralı olmadı. Aksine benimle alay etti. Başımı açmam için ısrar etti. Hakkımda olumsuz görüşlerini bildiren bir tutanak tutarak stajımı yakacağını öğrendim. Başörtümü başımdan çözerken kendimi çok kötü hissettim. Sanki herkes bana bakıyordu. Tırnak uçlarıma kadar kızarmıştım sanki!...’’

‘’Ben inancımı yaşıyordum. Bundan kime ne? Başımı önüme eğdim, beklemeye başladım. Mesainin bitmesine az kalmıştı. Birazdan bu işkence de bitecek, diye beklerken Hâkim Bey dışarıda kim varsa içeriye aldı. İnsanların dikkatlerini bana celp edecek sorular sordu. “Adın ne senin?” dedi. ‘’Tuğba Bilgin” “Ne bilgisayar mı? diyerek kendince eğlendi. Sonrasında ‘’Bak Tuğba!... Gençsin, güzelsin. Ne bu örtülerin içine saklanıyorsun? Tavernalara, lokallere git, eğlen. Hayatın tadını çıkart.’’ diyerek de kendince bana yol gösterdi. 

Bu hikâyeyi size neden anlattım merak ediyor musunuz? İnsanlara insan oldukları için değer verin. Siyasi görüşler, dini inançlar, mezhepler bizler için kriter olmamalı. Kimsenin yaşantısı, inancı bizleri ilgilendirmez. Saygı duymak zorundayız sadece. Arkadaş seçimlerinizde bunları ön planda tutmayın. İnsanî ilişkiler kurmaya çalışın. Benim, muhafazakâr, ateist, deist, komünist, sosyalist, radikal bir çok arkadaşım var. Bu konuda çok zenginim. Bir araya gelince hepimiz ülkemizi konuşuruz; “Bu ülke için neler yapmalıyız, diğer ülkelere nispetle nasıl bir adım daha ileride oluruz? Bunları kaygı ediniriz. Sohbet eder, saz çalıp, türkü söyleyip eğleniriz. Paylaşılacak daha ne güzellikler var. Kırıp dökmeye ne gerek var?”

Avukat Tuğba Hanım, masanın üzerindeki sudan bir yudum aldı. Sanki söyleyeceklerini toparlamaya çalışarak tâ uzaklara baktı, derinlere daldı. 

“Okumak benim içimde bir ukde değil kaynayan bir kazandı sanki. Yıllar önce bir trafik kazası geçirdik. Ölümden döndük. Annemin, kullandığı otomobille bir kamyonun altında kaldık. Rabbime şükür ki kazayı hafif atlattık. Benim yüzümdeki şu iz (sol elmacık kemiğini göstererek) o kazadan kalma. Hayatımın miladı olan o kazadan güzel bir şerh kaldı bana.’’ dedi. “Çünkü o gün ölüm benimle kol kola idi. Bense uyumamak için şiir okuyordum hala. ‘Hayatımın baharında ne bıraktın geriye Tuğba?’ dedim kendi kendime. Ve ne için yaşadın.

Henüz on altı yaşındaydım. Başkalarını memnun etmek için kendi hedeflerime çelme taktın. Eğer sağ kalırsam, (çok şükür şimdi buradayım ve sizin gibi güzel insanlar ile tanıştım.) hayallerimin peşinden nefesim kesilene kadar koşacağım diyerek kendime söz verdim. Azmimi görüp, destek olan da oldu, köstek olmak isteyen de.

‘’Sevgili arkadaşlar; kendinize bir hedef belirleyin ve hedefinize ulaşmak için çalışın, çalışın çalışın!... Allah çalışana emeğinin karşılığını verir. Allah (cc) ilmi isteyene verir, parayı istediğine. Siz ilim sahibi olursanız, para da peşinizden koşar, makam da. Bunların sadece bir araç olduğunu o zaman anlarsınız. Gelin bizler dost olalım, dostluk kuralım.’’ 

‘’Yüce Rabbimiz Necm Suresi’nin 39. Ayetinde; “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.’’ buyurmaktadır. Bu Ayet-i Kerime benim defterimin ilk sayfasında yazılı idi ve yoruldukça açıp okur yeniden çalışırdım. Çok çalışıp, çok okuyup, çok düşüneceğiz. 

‘’Kur’an- Kerim’in ilk ayeti ‘’oku’’ emridir. Öyleyse oku, oku, oku, sonra düşün, düşündüklerini de yaz. Yazdıkça insanın dünyası değişir, güzelleşir. Daha iyi düşünmeye başlar… 

Tatlı, sevecen, yumuşak bakışıyla; haksızlığa tahammül edemediği için avukat olduğundan bahsetti. Zalimlere karşı mazlumların hakkını koruyacağını vurguladı. ‘’Adaletten, doğruluktan ayrılmayın. Kul hakkı yemeyin ve ülkemiz için, insanlık için ben ne yapabilirim diye düşünün, proje üretin.’’ dedi Tuğba Avukat. ‘’İnsanlara yardım edin. Ben öyle yapıyorum, mutlu oluyorum, zaten mutlu olmak da hayatın bir amacı değil mi?’’

İki konuşmacının ardından öğrencilerini sıkmamak için söyleşisine; ‘’Gençler; ben her zaman sizin yanınızdayım. Bana ihtiyaç duyduğunuz zaman hiç çekinmeden beni arayabilirsiniz.’’ diyerek son verdi.

Söyleşinin sonunda Avukat Tuğba uzun süre ayakta alkışlandı. Şehit Saim Çelik Çok Programlı Anadolu Lisesi Müdürü Ali Temurlenk, konuşmacılara birer buket çiçek sundu. 

Ülkemizin böyle bilgili, çalışkan, dinamik gençlere ihtiyacı var. Çünkü onlar ne istediğini biliyor. Hedefe kilitlenip başarana kadar yılmadan çalışıyor. Çünkü onlar ‘’savaşta şehit olmak kadar, barışta da bu ülke için çalışmanın kutsallığı’’na inanıyor. 

 

27 Nisan 2016 Çarşamba

MUDURNU TAVUĞU yahut ABARTI (HİKAYE)

              
                Sömestri tatilinde İsmail dayımın evine misafirliğe gittik. Bol sohbetten sonra;
                -Yav yeğenim, bizi köye götürsen de hem bir dolaşıp gelsek hem de Ayşe Yengen tandır ekmeği yapsa, olmaz mı? Benzin paranı ben veririm. Ha! Ne dersin?
                -Olur dayı!... Neden olmasın. Ben de sıkılmıştım zaten…
                Hangi yıl olduğunu söyleyeyim size, annemin usulüyle…
 “Ben ne zaman doğdum anne?” dediğimde,
 “Pekmez kaynarken.” demişti.
 “Peki, hangi yıl?”
“Ben ne bileyim oğlum, onu da babana sor demişti.
Şıra ocağına odun atmakla meşgulken babama sormuştum,
“Dur bakayııım!... Fadime Ablan 46 doğumlu, seeeen 59” demişti. “Bu evin yapıldığı sene. İşte bak, evin aynasında yazıyor.”
Sahi evin aynasında beyaz kemer taşın üzerinde “Maşaallah 1959” yazıyordu.
İşte bu olayda Mudurnu tavuklarının öldüğü yıl… Hani kuş gribinden Mudurnu tavukları topluca ölüyorlardı ya, işte o sene…  Onu da siz bulun, hangi yıl olduğunu…
                Ertesi günü bindik Steyşın Renault’a, o çok sevdiğimiz köyümüze gittik. Onları köye bıraktıktan sonra güzün ektiğim Pazargediği mevkii Azmak’taki arpa tarlasına bakmaya gittim. Garipçe – Avanos yolu üzerindeki Saruhan’a yakın bir yer burası… Selçuklu dönemine ait, bugünün teknolojisiyle bile zor yapılabilecek; iri, sarı taşlardan oluşan bir kervansaray. Atalarımız sabah ezanıyla çıkılan ve kervanla akşama ulaşabilecekleri uzaklıktaki her yere bir kervansaray yapmış. Demek ki; burası da bir günlük kervan uzaklığında diğer kervansaraylara, yine annemin hesabıyla… Buraya “Pazargediği” adı verilmesinin sebebi de, eskiden buraya pazar kurulurmuş, “İpek Yolu” üzerinde…
                Yeşilliklerin arasındaki simsiyah asfalt şeritten geçerek tarlaya vardım. Yağmurluk bir gündü. Sürekli yağmur yağıyor, bir ara kesiliyor, sonra tekrar yağıyordu. Arabayı asfaltın kenarına koydum. Yağmurdan dolayı çamur olduğu için tarlaya girmek mümkün değildi ya da girsem üstüm başım çamur olabilirdi. Tarlaya girmedim. Tarlanın bir altına, bir ortasına, bir üstüne asfalt yoldan bakarak inceledim. Yer yer ali düğmesi dediğimiz otlar mor mor açmıştı. Küçük kırmızı çiçekler vardı. Sarı hardal çiçeği yavaş yavaş büyümeye başlamıştı. Arpanın çıkışı iyi idi. İçimden “kim ekti de canım “ diye geçirdim kendi kendim…
                Osman’ın tarla yeni sürülmüş herhal!... Simsiyah toprak görünüyor geriden. Bir şeyler ekmiş olmalı. Bahar arpası, yulafı gibi…
                Arabaya bindim. Tuttum köyün yolunu. Başladım hesap yapmaya dayım gibi… “35 dekar tarla… Her dekara 1 kile olmak üzere 35 kile arpa… 1’e 10 verse 350 kile… 28 çarpı 350… eşittir, yaklaşık 10 ton… 50 kuruştan 5 milyon… 1,5’u masraf… Yaklaşık kalır temizinden 3 milyon… Belki 60, 70 kuruştan satılır. Daha iyi ya! Hele bir de nisan – mayısta yeteri kadar yağmur yağarsa! 1’e 10 yerine 12 – 14 verirse!... Deme keyfimize! Kısmet işte.” günlük kervan uzaklığında diğer kervansaraylara, yine annemin hesabıyla… Buraya “Pazargediği” adı verilmesinin sebebi de, eskiden buraya pazar kurulurmuş, “İpek Yolu” üzerinde…
                Yeşilliklerin arasındaki simsiyah asfalt şeritten geçerek tarlaya vardım. Yağmurluk bir gündü. Sürekli yağmur yağıyor, bir ara kesiliyor, sonra tekrar yağıyordu. Arabayı asfaltın kenarına koydum. Yağmurdan dolayı çamur olduğu için tarlaya girmek mümkün değildi ya da girsem üstüm başım çamur olabilirdi. Tarlaya girmedim. Tarlanın bir altına, bir ortasına, bir üstüne asfalt yoldan bakarak inceledim. Yer yer ali düğmesi dediğimiz otlar mor mor açmıştı. Küçük kırmızı çiçekler vardı. Sarı hardal çiçeği yavaş yavaş büyümeye başlamıştı. Arpanın çıkışı iyi idi. İçimden “kim ekti de canım “ diye geçirdim kendi kendim…
                Osman’ın tarla yeni sürülmüş herhal!... Simsiyah toprak görünüyor geriden. Bir şeyler ekmiş olmalı. Bahar arpası, yulafı gibi…
                Arabaya bindim. Tuttum köyün yolunu. Başladım hesap yapmaya dayım gibi… “35 dekar tarla… Her dekara 1 kile olmak üzere 35 kile arpa… 1’e 10 verse 350 kile… 28 çarpı 350… eşittir, yaklaşık 10 ton… 50 kuruştan 5 milyon… 1,5’u masraf… Yaklaşık kalır temizinden 3 milyon… Belki 60, 70 kuruştan satılır. Daha iyi ya! Hele bir de nisan – mayısta yeteri kadar yağmur yağarsa! 1’e 10 yerine 12 – 14 verirse!... Deme keyfimize! Kısmet işte.”
                Yağmur hala ince ince yağıyordu, yağmıyor çiseliyordu. Kahvenin içine girdim. Kalabalıktı... Bir kısmı oyun oynuyor, bir kısmı sohbet ediyordu. Osman’la Hayri de pencereye yakın bir yerde oturuyordu. Yan masadan bir sandalye çektim. Otururken selam verdim.
                - Aleyküm selâm!... Gel bakalım aaa! Nereden geliyorsun böyle yağmurda yaşta, dediler.
                - Azmak’tan geliyorum… Arpaya baktım.
                - Benim fiğ de çıkmış mı? dedi Osman.
                Hâlbuki yeni ekilmişti fiğ. Kışın o soğukta toprak ısınmadan çıkmaz. Bunu bilmesi lazım Osman’ın bir çiftçi olarak…
                -Çıkmışş, çıkmıış, dedim. Hayri;    
                -Tavuk saklanacak kadar olmuş mu? dedi.
                -Olmuş olmuuş, dedim. Hem de Mudurnu tavuğu saklanacak kadar bile olmuş, “gömmek şartıyla!...” 
“Gömmek şartıyla” kısmını anlamamış olsa gerek ki, Osman;
                -Sen de amma abartıyorsun, dayın gibi, dedi, İsmail Dayımı kastederek.
                -Tabii aslanım, ne yaptığımızı sanıyorsun kış boyu Kayseri’de?
                Sanki tiyatroda rol sırası gelmiş aktör gibi çıkageldi İsmail Dayım. Yan masadan bir sandalye çekti. Oturmak üzereyken;
                -Ben biliyordum böyle olacağını, tam 1041’le gidiyorlardı, dedi.
Sağ bacağını sandalyeye koyarak, üzerine oturdu.
                -Ne 1041’i, ne oldu dayı, dedim.
                -Hani geçen gün şu uşaklar kaza yapmıştı ya, motosiklet kazası… Köprüden öyle bir geçtiler ki, tam 1041’le.
                -Dayı 1041 çok, biraz düş, dedim.
                -Tamam, 1040 olsun.
                -Yine çok dayı, biraz daha düş!...
                -Hatır için 1039 olur, 1038 deseniz olmaz, dedi.
                İkisi de ağızlarını açmış bizi dinliyorlardı. Kafaları, dayım konuştukça dayıma, ben konuştukça bana çevriliyordu.                 
                -Gördünüz mü, bak, işte biz böyle kurs alıyoruz dayımdan kış boşluğunda Kayseri’de, dedim. Ama ben kolayını aldım. Dayımın dediğini 2’yle çarpıp 4’e bölüyorum. Doğrusunu buluyorum. Bu sefer 2’yle çarpmadan 4’e böleceğim. O da yaklaşık 250 – 260 kilo metre eder. 300 etmez. O da normal bir motosiklet için…
                Ya bizim arpa hesabı tuttu mu acaba? Onu da Allah bilir!...

SANİYELİK ÖMÜR İÇİN!...


 
AALİ İHSAN.jpg
ALİ İHSAN TOSUN

Zaman göreceli bir kavramdır; Allah’ın koyduğu nizama ve bulunulan yere göre değişen.
Kâinat (evren) yaratılmadan önce zaman ve mekân kavramı yoktu. Çünkü maddi varlık âlemi yoktu. 
                Büyük Patlama (Big-Beng) ile birlikte zaman ve mekân kavramı oluştu, yaklaşık 13 milyar 700 milyon yıl önce.  Allah ‘ol’ dedi, oluverdi. Sıfıra yakın ebattaki bir enerji yumağı (nur) bir anda genişleyerek birden patladı. Muazzam bir enerji ortaya çıktı. 10 üzeri 43 derecelik muazzam bir enerji.  1’in yanına 43 tane 0 konularak yazılan, ama okunamayacak kadar büyük bir rakam. Büyük Patlama esnasında etrafa saçılarak yavaş yavaş kâinat oluşmaya başladı. Zaman ve mekân böyle oluştu.
O zamandan bu zamana Kâinat gittikçe soğuyarak bugünkü -270 derecelik değere ulaştı. Canlılık böylece başladı.
                Kâinatın farklı yerlerinde farklı zaman birimleri geçerlidir.
              
  DÜNYA ‘YA GÖRE ZAMAN

                Dünya, Güneş’in etrafında yaklaşık 365 gün 6 saatte devrini tamamlamaktadır.  Buna 1 yıl adı vermiştir. İnsanlar Dünya’nın kendi etrafında dönüşünü ise 24 eşit parçaya bölüp saat adını vermişlerdir. Saati 60’a bölüp dakikayı, dakikayı 60’a bölüp saniyeyi oluşturmuşlardır göreceli olarak.
                Bu sadece dünya için geçerli bir zaman kavramıdır.

                JÜPİTER’E GÖRE ZAMAN

                Jüpiter, Güneş’in etrafında devrini 88 günde tamamlamaktadır. Yani bir Jüpiter yılı 88 günden ibarettir.
Peki ya Güneş’e göre?...

GÜNEŞ’E GÖRE ZAMAN

Güneş; Samanyolu Galaksisinin merkezinde tamı tamına 255 milyon yılda bir devir yapmaktadır. Buna göre Dünyadaki 10 yıl yaklaşık 1 saniye 23 saliselik bir zamanı karşılamaktadır. Dünyada 100 yıl yaşayan bir insan Güneş yılına göre ancak 12,8 saniye yaşamış demektir.
Ne kadar kısa değil mi?!...
Mü’minun süresinde;  Allah onlara yine: 'Yeryüzünde kaç yıl kaldınız' der.  (112) 'Bir gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor' derler. (113) Allah' 'Pek az kaldınız, keşke bilseydiniz! Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?' der. (114-115)
Bir de ışık yılı var tabi. Saniyede 300 bin km hızla akıp giden zaman. Işık yılını hesaplayabilir miyiz acaba?!… Buna göre saniyelik bile yaşayamayız.
*              *              *
Saniyelik ömür için; Allah’a iyi bir kul olmak varken inkar etmek niye?...

Saniyelik ömür için; inançlı olmak  varken inançsızlık niye?...

Saniyelik ömür için; iyilik varken bunca kötülü niye?...

Saniyelik ömür için; özgür yaşamak varken zulme gerek niye?

Saniyelik ömür için; empati kurmak varken insanlardan kaçmak niye?...

Saniyelik ömür için; ‘yaratandan ötürü sevmek’ varken bunca nefret niye?...

Saniyelik ömür için; duyguları ifade etmek varken duygusuzluk niye?...

Saniyelik ömür için; öfkeyi kontrol etmek varken,  hırçınlık niye?...

Saniyelik ömür için; doğruluk  varken sahtekârlık niye?...

Saniyelik ömür için; doğru konuşmak varken bunca yalan niye?...

Saniyelik ömür için; adalet, hukuk varken bunca hukuksuzluk niye?...

Saniyelik ömür için; sebat  varken hainlik niye?...

Saniyelik ömür için; saygılı olmak  varken saygısızlık niye?...

Saniyelik ömür için; kişiler arası sorunları çözebilmek varken sorunları büyütmek niye?...

Saniyelik ömür için; helalinden kazanmak  varken miras yemek niye?...

Saniyelik ömür için; alın teriyle kazanmak varken kul hakkı yemeye gerek var mı?...

Saniyelik ömür için; ebedi âlemde huzur içinde yaşamak varken ‘bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek’ olduğunu bildiği halde ‘katliamlar’ niye?...

 

20 Nisan 2016 Çarşamba

OKUL BAŞARISINDA AİLENİN ROLÜ



Okul başarısında ailenin rolü büyüktür. Çocuğuyla yeterli iletişimi kuramayan ailelerin çocuklarının başarısız olduğu,  yapılan çalışmalar sonucu kanıtlanmıştır.
Görüşüne başvurduğumuz Psikolog Uğur Tosun; ‘’ Özellikle ilkokul 3. sınıfa kadar çocukların alışkanlıkları oturmaktadır. Bu yüzden çocuk ilkokul döneminde iyi bir aile ortamında yetişmelidir. Mutlu, demokratik bir ailede yaşamışlarsa eğitimleri boyunca başarıları sürmektedir. Mutsuz bir ailede, sürekli ebeveyn çatışmaları içerisinde yaşayan çocuklar ise ailesi ne kadar fedakârlık yaparlarsa yapsınlar başarılı olamamaktadırlar.’’ demiştir.
Eğitim düzeyindeki çocuklarımıza aile sorunlarımızı yansıtmamalıyız. Özellikle anne-baba ve kardeşlerin sağlık sorunları başarısını olumsuz yönde etkilemektedir. Çocuk tahammülsüz, sinirli, saldırgan, iletişimi zor ve kopuk bir duruma gelmektedir. Çevresinden hınç almaya başlamaktadır. Bu ise çocuğun toplumsal bir sorun haline gelmesine neden olmaktadır.
‘’ Anne ve babalar çocuklarına karşı sorumluluklarını yerine getirmeyince, yeterli ilgi ve sevgiyi göstermeyince çocuk kendini sevilmeyen, suçlu, yetersiz, değersiz hissetmektedir. Bu ise ileride düzeltilmesi mümkün olmayan kişilik bozukluğuna kadar varan psikolojik sorunlara neden olmaktadır.’’ diyen Psikolog Uğur Tosun ailelere ‘’Çocuğunuzu sıkmadan, onunla arkadaş gibi anne-baba olun. Çocuklarınızla arkadaş olmaya çalışmak yerine, çocuklarınızın arkadaş edinmesine, akran ilişkilerde bencil davranmamasına, akranlarıyla kaliteli zaman geçirebilmesi için teşvik edici olmaya çalışın’’ önerisinde bulundu.
Ailenin beklentisi ile kendi beklentisi çatıştığında, çocuk açık olarak karşı gelemez. Tepkisini başka yollardan verir. Ailesine olan kızgınlığını ve onların otoritesine olan tepkisini başarısızlık şeklinde gösterir.
Çocuğun başarı durumunu başkalarıyla kıyaslamamalıyız, özellikle kardeşleri ve arkadaşlarıyla… Başarılı olan kardeşleri veya arkadaşları ile kıyaslandığında onlara yetişebilme endişesi ile başarısız olur. Onlara karşı kin besleyebilir. Saldırgan davranışlarda bulunabilir.
NE YAPMALIYIZ
Çocuklarımızı sevdiğimizi söz ve davranışlarımızla hissettirmeliyiz. Bunu yaparken doğal olmalıyız.              
Çocuklarımızla arkadaş olabilmeliyiz.                                                 
Sağlık sorunlarıyla ilgilenmeliyiz.
Değerli olduklarını hissettirmeliyiz.
Çocuklarımız arasında ayrım yapmamalıyız.
Tutum ve davranışlarımızda tutarlı, doğal ve içten olmalıyız.
Öğüt vermek yerine güzel davranışları önce kendimiz yaparak örnek olmalıyız.  
Aile içi iletişimi sağlayarak aile ile ilgili konularda karar verilirken onların da görüşlerini almalıyız. 
Soru sordukları veya bir şey danıştıklarında, önemli işlerimiz dahi olsa mutlaka açıklama yapmalıyız. Evde yaşına uygun sorumluluklar vererek ona büyüdüğünü ve kendi başına bir şeyler yapabileceğini hissettirmeliyiz.
Arkadaşlarının ve başkalarının yanında, aşağılayıcı, onur kırıcı söz, davranış ve hareketlerden kaçınmalıyız.
                                                                                                                                               Ali İhsan TOSUN