27 Nisan 2016 Çarşamba

MUDURNU TAVUĞU yahut ABARTI (HİKAYE)

              
                Sömestri tatilinde İsmail dayımın evine misafirliğe gittik. Bol sohbetten sonra;
                -Yav yeğenim, bizi köye götürsen de hem bir dolaşıp gelsek hem de Ayşe Yengen tandır ekmeği yapsa, olmaz mı? Benzin paranı ben veririm. Ha! Ne dersin?
                -Olur dayı!... Neden olmasın. Ben de sıkılmıştım zaten…
                Hangi yıl olduğunu söyleyeyim size, annemin usulüyle…
 “Ben ne zaman doğdum anne?” dediğimde,
 “Pekmez kaynarken.” demişti.
 “Peki, hangi yıl?”
“Ben ne bileyim oğlum, onu da babana sor demişti.
Şıra ocağına odun atmakla meşgulken babama sormuştum,
“Dur bakayııım!... Fadime Ablan 46 doğumlu, seeeen 59” demişti. “Bu evin yapıldığı sene. İşte bak, evin aynasında yazıyor.”
Sahi evin aynasında beyaz kemer taşın üzerinde “Maşaallah 1959” yazıyordu.
İşte bu olayda Mudurnu tavuklarının öldüğü yıl… Hani kuş gribinden Mudurnu tavukları topluca ölüyorlardı ya, işte o sene…  Onu da siz bulun, hangi yıl olduğunu…
                Ertesi günü bindik Steyşın Renault’a, o çok sevdiğimiz köyümüze gittik. Onları köye bıraktıktan sonra güzün ektiğim Pazargediği mevkii Azmak’taki arpa tarlasına bakmaya gittim. Garipçe – Avanos yolu üzerindeki Saruhan’a yakın bir yer burası… Selçuklu dönemine ait, bugünün teknolojisiyle bile zor yapılabilecek; iri, sarı taşlardan oluşan bir kervansaray. Atalarımız sabah ezanıyla çıkılan ve kervanla akşama ulaşabilecekleri uzaklıktaki her yere bir kervansaray yapmış. Demek ki; burası da bir günlük kervan uzaklığında diğer kervansaraylara, yine annemin hesabıyla… Buraya “Pazargediği” adı verilmesinin sebebi de, eskiden buraya pazar kurulurmuş, “İpek Yolu” üzerinde…
                Yeşilliklerin arasındaki simsiyah asfalt şeritten geçerek tarlaya vardım. Yağmurluk bir gündü. Sürekli yağmur yağıyor, bir ara kesiliyor, sonra tekrar yağıyordu. Arabayı asfaltın kenarına koydum. Yağmurdan dolayı çamur olduğu için tarlaya girmek mümkün değildi ya da girsem üstüm başım çamur olabilirdi. Tarlaya girmedim. Tarlanın bir altına, bir ortasına, bir üstüne asfalt yoldan bakarak inceledim. Yer yer ali düğmesi dediğimiz otlar mor mor açmıştı. Küçük kırmızı çiçekler vardı. Sarı hardal çiçeği yavaş yavaş büyümeye başlamıştı. Arpanın çıkışı iyi idi. İçimden “kim ekti de canım “ diye geçirdim kendi kendim…
                Osman’ın tarla yeni sürülmüş herhal!... Simsiyah toprak görünüyor geriden. Bir şeyler ekmiş olmalı. Bahar arpası, yulafı gibi…
                Arabaya bindim. Tuttum köyün yolunu. Başladım hesap yapmaya dayım gibi… “35 dekar tarla… Her dekara 1 kile olmak üzere 35 kile arpa… 1’e 10 verse 350 kile… 28 çarpı 350… eşittir, yaklaşık 10 ton… 50 kuruştan 5 milyon… 1,5’u masraf… Yaklaşık kalır temizinden 3 milyon… Belki 60, 70 kuruştan satılır. Daha iyi ya! Hele bir de nisan – mayısta yeteri kadar yağmur yağarsa! 1’e 10 yerine 12 – 14 verirse!... Deme keyfimize! Kısmet işte.” günlük kervan uzaklığında diğer kervansaraylara, yine annemin hesabıyla… Buraya “Pazargediği” adı verilmesinin sebebi de, eskiden buraya pazar kurulurmuş, “İpek Yolu” üzerinde…
                Yeşilliklerin arasındaki simsiyah asfalt şeritten geçerek tarlaya vardım. Yağmurluk bir gündü. Sürekli yağmur yağıyor, bir ara kesiliyor, sonra tekrar yağıyordu. Arabayı asfaltın kenarına koydum. Yağmurdan dolayı çamur olduğu için tarlaya girmek mümkün değildi ya da girsem üstüm başım çamur olabilirdi. Tarlaya girmedim. Tarlanın bir altına, bir ortasına, bir üstüne asfalt yoldan bakarak inceledim. Yer yer ali düğmesi dediğimiz otlar mor mor açmıştı. Küçük kırmızı çiçekler vardı. Sarı hardal çiçeği yavaş yavaş büyümeye başlamıştı. Arpanın çıkışı iyi idi. İçimden “kim ekti de canım “ diye geçirdim kendi kendim…
                Osman’ın tarla yeni sürülmüş herhal!... Simsiyah toprak görünüyor geriden. Bir şeyler ekmiş olmalı. Bahar arpası, yulafı gibi…
                Arabaya bindim. Tuttum köyün yolunu. Başladım hesap yapmaya dayım gibi… “35 dekar tarla… Her dekara 1 kile olmak üzere 35 kile arpa… 1’e 10 verse 350 kile… 28 çarpı 350… eşittir, yaklaşık 10 ton… 50 kuruştan 5 milyon… 1,5’u masraf… Yaklaşık kalır temizinden 3 milyon… Belki 60, 70 kuruştan satılır. Daha iyi ya! Hele bir de nisan – mayısta yeteri kadar yağmur yağarsa! 1’e 10 yerine 12 – 14 verirse!... Deme keyfimize! Kısmet işte.”
                Yağmur hala ince ince yağıyordu, yağmıyor çiseliyordu. Kahvenin içine girdim. Kalabalıktı... Bir kısmı oyun oynuyor, bir kısmı sohbet ediyordu. Osman’la Hayri de pencereye yakın bir yerde oturuyordu. Yan masadan bir sandalye çektim. Otururken selam verdim.
                - Aleyküm selâm!... Gel bakalım aaa! Nereden geliyorsun böyle yağmurda yaşta, dediler.
                - Azmak’tan geliyorum… Arpaya baktım.
                - Benim fiğ de çıkmış mı? dedi Osman.
                Hâlbuki yeni ekilmişti fiğ. Kışın o soğukta toprak ısınmadan çıkmaz. Bunu bilmesi lazım Osman’ın bir çiftçi olarak…
                -Çıkmışş, çıkmıış, dedim. Hayri;    
                -Tavuk saklanacak kadar olmuş mu? dedi.
                -Olmuş olmuuş, dedim. Hem de Mudurnu tavuğu saklanacak kadar bile olmuş, “gömmek şartıyla!...” 
“Gömmek şartıyla” kısmını anlamamış olsa gerek ki, Osman;
                -Sen de amma abartıyorsun, dayın gibi, dedi, İsmail Dayımı kastederek.
                -Tabii aslanım, ne yaptığımızı sanıyorsun kış boyu Kayseri’de?
                Sanki tiyatroda rol sırası gelmiş aktör gibi çıkageldi İsmail Dayım. Yan masadan bir sandalye çekti. Oturmak üzereyken;
                -Ben biliyordum böyle olacağını, tam 1041’le gidiyorlardı, dedi.
Sağ bacağını sandalyeye koyarak, üzerine oturdu.
                -Ne 1041’i, ne oldu dayı, dedim.
                -Hani geçen gün şu uşaklar kaza yapmıştı ya, motosiklet kazası… Köprüden öyle bir geçtiler ki, tam 1041’le.
                -Dayı 1041 çok, biraz düş, dedim.
                -Tamam, 1040 olsun.
                -Yine çok dayı, biraz daha düş!...
                -Hatır için 1039 olur, 1038 deseniz olmaz, dedi.
                İkisi de ağızlarını açmış bizi dinliyorlardı. Kafaları, dayım konuştukça dayıma, ben konuştukça bana çevriliyordu.                 
                -Gördünüz mü, bak, işte biz böyle kurs alıyoruz dayımdan kış boşluğunda Kayseri’de, dedim. Ama ben kolayını aldım. Dayımın dediğini 2’yle çarpıp 4’e bölüyorum. Doğrusunu buluyorum. Bu sefer 2’yle çarpmadan 4’e böleceğim. O da yaklaşık 250 – 260 kilo metre eder. 300 etmez. O da normal bir motosiklet için…
                Ya bizim arpa hesabı tuttu mu acaba? Onu da Allah bilir!...

1 yorum: